Sokak Lambası Altında Serpiştirilmiş Kelimelerle Bezeli Bir Yazı

Işık yandı, sokak lambasının altı, akşam suları. Elinde kitap değil ekran tutan bir nesil. Eskiden o saatte mahalledeki çocukların son dakikalar diye diye uzattığı maçlardaki bağırtılar vardı, şimdi parmaklarla yapılan sanal gösteriler, evde, güvenli internet dünyasının içinde. Bazı arkadaşlarınız vardır ya, bi bak onlara; bir reklam, bir kampanyanın, bir indirim popup’ının ardına saklanmış arzuları var kafasında. Herkes “son model” diye gurur duyuyor, sahibi olmadığı şirketin cihazından. Ne gurur ama. Sanal ya da fiziksel olsun, fark etmez; ürünlere bakan birinin parıltısına benzeyen sığ bir beyin artık bizdeki. Senin bizim millet dediğin o “Türk kafası” da öyle; kahvedeki laflar, samimiyetsiz öfke, meydanlarda yankılanan sloganlarla avunma. Cinayet, vahşet ve sözde milli irade.

İktidar, o “baba” rolüymüş ya—gidip ona sarılma. Bu baba, sahnede dindarlık, aile, milliyet nutukları atarken arka odada koltuğuna yerleşmiş, elinde çayı değil hesap kitabını tutuyor. Koruma kisvesi altında disiplin dağıtıyor. Bu koruma mı? Koca bir düzenbazlık. Dindarlığın ismini taşıyanların çoğunda ise içsel bir boşluk var. Dinin ne olduğunu, dindar bir insanın nasıl yaşadığını iddia edenlerin maskesini görüyorum. Eğer hayatının merkezinde gerçekten bir inanç olsaydı, davranışların, harcamaların, kibrin farklı olurdu. Ama çoğu “dindar” sadece tarif edilmiş ritüelleri oynuyor. Cuma mesajları, hayırlı cumalar remixleri… Atatürk sevgisi de ayrıştırıcı değil, artık performans olmuş.

Amerika, Avrupa, “medeniyet” diye yutturduğunuz o modern paketler? İşte tüm onlar birer kültür ihracatı. Komisyonu güzel mi sayın influencırlar? in flu en? Bizim gençliğe sunulan en parlak yalana gelelim: daha “ilerici” olmak demek, onların ürünlerini ve dizilerini, onların estetiğini tüketmekle eşdeğer. Amerikan kültürü bir nevi eskort pazarı, geç beğen al, HPV garantili ve kapıda ödeme ya da ETF/havale. Bir yandan özgürlük naraları, diğer yandan yeni bir kölelik reformu. Avrupa’dan ithal arabanın jantlarını milli bezimiz ile cilalıyoruz en azından ama içi boş bir gurur. Küçük burjuvanın şükürü, en rezil maske, aşağılık kompleksini gizlemek için güzel kılıf ama yemezler hocam. Çünkü, sikik dijital bir oyunda gösteriş için kart bilgilerini giriyorsun. Gerçi, artık tek tıklama ile ödenebiliyor.

Eskiden gece yarısı mahallede topun peşinden koşmanın mutluluğu…. ne diyon boomer? Sanal sunucuda kazandığın rütbe-rank kasmak- ne? Futbol, mahallenin gerçek huzurunu küçümseyen bir eğlence diye küçültmeyin. Ama şu var: bira eşliğinde 22 adamın mücadelesini izlemek başka; kaçak bahis sitesinden yaptığın kuponun maçlarını iptv’den takip etmek, post-modern insana akıl verirken “korsan yayın izlemeyin” diye tavsiye verenlerden daha iyi bir tavsiye: hiç izlemeyin.

Tanıdıkların, iş arkadaşların ya da fuck-buddy diye arada düzüştüğün partnerin… Çok sevdiğin kim bilir kimlerin çokça sevdiği? Dur daha iyisi geliyor: sanal kanki. Okey taşı dizen konfor brigadası. Kimseyi hedef almıyorum. Sıyrıl ve sıçra ya da sıç tam ortaya, sikmişim kariyer planlamasını, okey’e dördüncü arıyorlar sonuçta. Ayıp olmasın. En ucuz çayı kullanan kahvedeki pişpirik oynarken siyasi bilinci olduğunu sanan dangalaklardan biri olmayacaksın, neden biliyor musun? Çünkü, hmmm, ee….

Arada ben de kendimi sorguluyorum. Kalemi kendime batırdığında canı yanar mı insan? Yani, evet. Sonuçta bir yerden beslenmiyor muyum? Belki. Bir yudum kahve. Söylediklerimde sahici olup olmadığım tartışmalı. Sana kızgınım ey okur ama varlığımı tam şu an da sende var eden kelimeleri oluşturan geçmişte üretilmiş bir bilinç olarak üzerine zerk olmuş bir tahayyülüm. Bu kelimeler değil, zihinsel enerjinin aktarılması ama zamanlama yok, benden yiyecek misin, eh sen bilirsin. Benim bu gövde gösterim, belki de bir başka tarz performans. Ama şunu söyleyebilirim: en azından dürüstlüğe yakın olabildiğim kadar oluyorum. O kadar.

Bir çerçeve sunayım:
Mahalle kahvesi sabahı. Masada eski bir radyo, mendil üstünde bir simit, ama herkesin yüzü parlak ekranların ışığında. Cadde boyunca reklam panoları birer tekrarlayan dua gibi asılı, kahvenin bir köşesinde Allah lafzı ya da Arapça bir dua asılı, Caddede gençler, çoğunun kopya yüzleri ve aşılanmış umutları. Arkadaşların, o çerçevede, kendi küçük pavyonlarını kurmuş, her biri birer mini-ajan. İçlerinden biri sana bakıp “rahatsız mı oldun?” diyecek. Rahatsız olacaksın. Çünkü bu rahatsızlık bir başlangıçtır.

Emir demiri keserse, isyan mırıldısı dağı taşı inletir. Kendine sert bir tokat attın mı hiç? Fiziksel değil, aynadaki bakışlarınla. Yaptığın hatalar sonrası kendisine kızan bir insan aynadaki yansımasına kafa atabilir bazen. Bu kafa aynı zamanda bir kıvılcım çıkartabilir. Aynayı kırmaya gerek yok, kırdığıysan da sıkıntı yok. Bu karanlıkta uyandığında göremediğin bir baş ağrısı. Çünkü, aydınlıkta baş ağrısı dahi görünebilir. İnsanlara duyduğum nefret gerçek mi? Hayır. O büyük bir yorgunluk ya da öteleme hastalığımın vücut bulmuş hali, çünkü henüz ölüm ulaşmadı bana ya da onlara. Biliyor musunuz, benim yorgunluk kinimin içinde bir tür sevgi de var. Çünkü, değişebilecek olanlar için bir umut taşıyorum.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir