Gerçekliğin Sınırında Özgünlük
Kimi zaman, bir kelimede koca bir geçmişin yankılandığını duyuyorum. Tek bir kelime ya da bir söz öbeği, sanki sayısız düşüncenin ve binlerce insanın düşünsel DNA’sını üstünde taşır gibi gelir o vakit. İşte dil böyle bir serencamdır: hem aydınlığı hem karanlığı içinde barındırır, bir yandan anlam yüklerken öte yandan anlamı bulanıklaştırır. Kelimelerle dokuduğumuz bu âlem, zihnimizi serbest kılan ya da esarete sürükleyen bir tür gizemli oyundur adeta. Gerçekten, “Gerçek” dediğimiz şey nedir? Belki de kelimelerin gizemini anlayabileceğimiz bir keşfe çıkmak, görünmez kuralların ördüğü zihinsel bir ritme kendimizi bırakmak, her deneyimi kalıplarla şekillendiren sabit bakış açılarını aşmak, gündelik yanılsamaların ötesinde varlığımızı yeniden kurgulayabileceğimiz ve ufukları henüz keşfedilmemiş, yepyeni bir hakikati bulma ihtimalinde aramaktır.
Gelgelelim, tam bizim kendimize has olduğunu, özgün olduğunu düşündüğümüz düşüncelerimizin, bir bakıma dışarıdan “ödünç” alındığını hatırlatır kelimeler. Belki her cümlemiz sessiz bir kolaj, her düşüncemiz görünmez bir mirastır. Bu noktada, solipsizm gibi zihin gıdıklayan bir perspektif, o büyük şüpheyi tetikler: “Ya bu evren tümüyle içsel bir yanılsamadan ibaretse?” Rüyaların gerçeği taklit ettiği kadar, gerçekliğin de rüya olabileceği düşer akla. Bu benim için bir varoluşsal kriz anı gibi. Bazen bu anın takdını çıkarıyorum. Tam o e esnada gözlerimi kapatıp zihnimdeki takip ettiğim yoldan çıkıp, zorlu bir patikaya giriyorum. Bazen o patikada aracım duruyor ve nasıl olduğunu bilmeden gene bir sürü aracın akıp gittiği otobandayım, bazense o patikadan kendim bir şekilde otobana bağlanıyorum. Böyle zamanlarda ya da o zamanlardan daha sonra dilin ne kadar güvenilir olduğunu sorgulamadan edemiyorum.
Her sözcük, geçmişten günümüze izler taşır; dünden bugüne, akıllardan kalbe akan bir hafızanın incelikli bir temsilcisidir. O hâlde, gerçeğin peşine düşüp bu temsilin köklerine inelim; belki de bulduğumuz, yanılsama ile hakikatin iç içe geçtiği o incelikli sınırda buluruz kendimizi.
“Kelimenin gölgesinde durmayın, gölge karanlık diye korkmayın;
Anlamın peşine düşün, umudun ışığına vurmayın.”
Bu satırlar, dilin aynı anda hem barışçıl bir rehber hem de sinsi bir labirent olduğunu betimliyor. Siz de, kelimelerin ardındaki büyüye göz atmaya, kendimize ait sandığımız düşüncelerin ne denli kolektif bir geçmişi olduğunu keşfetmeye ve nihayetinde solipsizmin ayartıcı kıyılarında dolaşmaya hazırsanız, başlayalım.
Kelimelerin Gizemi ve Özgünlük Sorunsalı
Kelimeler, varoluşun düşünsel dokusuna atılmış ilk ilmiklerdir. Her bir sözcük, geçmişten gelip geleceğe doğru devinen kültürel ve tarihsel bir nehrin dalgaları gibidir. Nasıl ki bir taşın suya attığımızda, suyla temasında halkalar oluşuyorsa, insan zihninde bir kelime belirdiğinde, onun etrafında da dalga dalga genişleyen bir anlam katmanları doğar. Bu kelimeler, bazen öylesine güçlüdür ki, bir anda dış sesleri bastırıp kendi iç monologumuzla baş başa kalmamıza sebep olur. Örnek olarak bir kelime düşünün: “evren” kelimesini zihnimizde canlandırdığımızda -ki genel olarak bu tarz kelimeler kendiliğinden zihinimizde imgelenir- işte o an kafamızda dönen o kozmik manzara, kelimenin kökünden dünya dillerindeki diğer farklı kullanımlarına, antik mitolojilerden günümüz astrofiziğine kadar, çeşit çeşit anlamın harmanlanmasıyla oluşur. İşte bu katmanlı yapı, kelimelerin çerçevesinde düşünmekten çok, kelimeler aracılığıyla düşünmemize neden olur.
Düşünceler hakkında böyle düşününce, düşüncelerin, ne kadar “bağımsız” olduğunu sorgulatır. Bir çocuğun büyürken kelimeleri öğrenme sürecinde, çevresinin kendisine dayattığı yargıları, tanımları ve kullanım biçimlerini doğal bir şekilde özümser. Bu özümseme öylesine organiktir ki, neredeyse dilin filizlenmesi sırasında zihnin kendisi de yeniden inşa olmaktadır. Ne var ki, “benim” sandığımız, “özgün” olduğunu iddia ettiğimiz her fikrin gerçekte ne kadar bize özgü olduğu hep tartışmalıdır. Neticede, dilin kapısından içeri buyur ettiğimiz de zihinimkizdeki her ifade, bizim benliğimizle kaynaşsa bile, köken olarak başka zihinlerin, başka dönemlerin, bambaşka kültürel havzaların ürünüdür. Dolayısıyla, “özgün” dediğimiz kavram ve fikirler, sürekli yeniden yapılandırılan, yeni biçimlerde birleştirilen hazır malzemenin bir ürünüdür. Bir patatesin soyulması, kızartılması, soslanması gibi değişiklik geçirmesi gibi. Peki yedikten sonra midede, bağırsakta ve nihayet vücuttan atıldığında ya da vücuda karıştığında? Dönüşüm tam olarak nerede gerçekleşiyor?
Tarihe baktığımızda, düşünürlerin kendi çağlarından ve genelde de geçmişten beslenerek bir sentez düşünme sistemi kurduklarını görürüz. Kimileri özgünlük için yepyeni bir jargon icat eder, kimileri de mevcut jargonun sınırlarını aşarak sarsıcı bir bakış açısı ortaya koyar. Nihayetinde, her düşünce, binyılların mirasından sağlanan bir “kelime arşivi”nden yararlanır. Bu kelime arşivi de, tıpkı dev bir kütüphane, dijital bir veritabanı gibidir. İçinden seçip alabileceğimiz simgeler, metaforlar, tanımlar ve duygularla bezenmiştir.
İşte tam bu noktada, özgünlük sorunsalı beliriverir: Ne kadar farklı düşünmeye çalışırsak çalışalım, kullandığımız her sözcük, önceki kullanımları içinde taşır. Kimi, özgünlüğün dil sınırlarını aşarak, belki dilin de ötesine geçip “sessizlikte” kendi hakikatini aramakla mümkün olabileceğini savunur. Kimiyse, özgünlüğün tamamen bir yanılsama olduğunu, asıl meselenin; daha yararlı ve daha tutarlı “yaratıcı” kombinasyonlar yapmak olduğunu iddia eder. Peki “sizce” özgünlük nedir?