Ya Modernlik Başa ya da Kuzgun Boşluğa

“Her şeyin cevabını arıyorsun ama bu soruyu kim sordu?”
Nereden başlamalı? Aslında trajedi tam da burada. Artık bir başlangıç bile yok ortada. Aklın hükmü tartışmalı, varlık mefhumu dağınık, gerçeklik ise adeta puslu bir yolculuk. Felsefe, bu uzun yolculukta kendi mezarını kazmak için yola çıkmış ama bir yandan da kurtuluş planları yapmış sanki. Çünkü her şeyin sorgulandığı bir ortamda aslında hiçbir şey sorgulanmıyordur ve artık cevaplardan çok sorular konuşuluyordur. Kim bilir? Belki de, artık bildiklerimiz değil, bilmenin kendisinden bile şüphe etmenin vakti gelmiştir. Başlayalım mı?
Felsefenin Krizi: Başlangıcın Başlangıçsızlığı
Modern felsefenin o büyük çalkantısının elbette bir başlangıç noktasını yok. Çünkü zaten, “başlangıç” denen şeyden emin olunamıyordu. 20. yüzyıla girilirken, felsefe kendi temellerini çoktan yıkmaya başlamıştı. Artık düşüncenin kendisi de bir soru işaretiydi. Nietzsche’nin “Tanrı öldü” çığlığı henüz kulaklarda çınlarken, Heidegger, “Varlık nedir?” sorusuyla sesi bu sefer boşlukta yankılattı. Çünkü artık ne Tanrı vardı ne de sağlam bir ‘varlık’ fikri. Sanki her şey yıkılmış, geriye sadece toz bulutu kalmıştı.

Hani bir ev yıkılır da ortalık toz duman olur ya, işte felsefeciler de o evin içinde, göz gözü görmezken, ağız burun toz dolmuş halde yönünü şaşırmış bir şaşkaloz gibi oluverdi.
Felsefe, artık kendi ayaklarının bastığı zemine bile güvenemez olmuştu. “Gerçek var mı?”, “Dil bir şeyi temsil edebilir mi?” gibi sorular, kütüphane köşelerinde düşünce jimnastiği yapan entelektüellerin değil, sabaha karşı tavana dikilmiş gözlerle “ben neyim lan?” diyen bir neslin sarsıntısıydı. Başlamak bile iddialıydı artık; çünkü başlangıcın kendisi bile şüpheliydi. Ne başladığını, nerede başladığını ya da neden başladığını kimse bilmiyordu. Ama işte tam da bu yüzden, bu kriz bir son değil; yepyeni bir düşünme biçiminin doğum sancısıydı. Felsefe artık ne bildiğimizi değil, bilmenin kendisinin nasıl mümkün olacağını soruyordu. Ve belki de ilk kez, cevaplardan çok soruların kendisi değerliydi. Her şeyi kaybettikten sonra, yeni bir düşünce düzeni kurmanın vakti gelmişti.
“Bizi yalnız bırakan evren değil; bizi ölçüp biçen akıldır.”
Modernliğin Mayası Kartezyenik Patlama
Descartes’in oynadığı kart basit ama etkiliydi: “Her şeyden şüphe et.” Yani tam anlamıyla bir düşünsel temizlik operasyonu. Duyulara, deneyime, hatta aklın kendisine bile güvenmedi ve her şeyden şüphelendi. Geriye tek şüphe edemediği bir şey kaldı, o an şüphe etmesinden, düşünmesinden. Bir de tartışmalı da olsa düşünen özneden. Bu, öyle sıradan bir “Ben varım” cümlesi değildi. Cogito ergo sum, adeta boşlukların tanrısına rakip olan ve o günlerde gördüğü her bilinmeyen alanda skolastik düşünce ile temellendirilmiş cevaplara karşı zafer kazanan rasyonelitenin temeli idi.

Tabii bu “aklın zaferi,” insanın ikiye bölünmesiyle sonuçlandı. Hayır, giyotinden bahsetmiyorum; ama zihinsel olanla fiziksel olanı ayıran o keskin felsefi bıçaktan. Descartes, zihni ve bedeni öyle net bir çizgiyle ayırdı ki, ortaya çıkan tablo adeta felsefenin ilk Photoshop denemesi gibiydi:
Bir yanda düşünen bir benlik (res cogitans),
Öte yanda mekân kaplayan bir ceset (res extensa).
Bu ayrım, bilgiyi steril ve matematiksel bir soğukluğa hapsetti. Peki ya duygular, sezgiler, içsel çatışmalar? Onlar kapıdan bile giremedi. Artık bilgi, beyaz önlüklü bir aklın laboratuvarında üretiliyordu. Oysa insan dediğin şey sabit bir denklem değil; belirsizlikle yoğrulmuş, çelişkiyle yaşayan bir varlıktı. Düşüncenin merkezine sadece birey yerleştirilmişti ama bireyin içindeki kaos dışarda kalmıştı.

Modernizmin fay hattı yalnızca zihni bedenden ayırmadı; varoluşla kurulan kadim bütünlüğü de sessizce parçaladı. Artık düşünce, kendini gözetleyen bir aynanın karşısında değil, kırılmış cam parçalarının ortasında buluyordu. Bilgi, bir anlam arayışı olmaktan çıkmış; sayısal veri setlerine, grafiklere, algoritmalara indirgenmişti. İnsan ise artık evrenin merkezindeki özne değil, yeri koordinatla belirlenen bir parametreye dönüşmüştü. Gözlem kutsal; gözleyen ise veri setleri ile dolaşan yalnız bir zihin. Buradaki “yalnız” yalnızca tekillik değil, yapısal bir yalnızlık hali.