Daha Fazla Rekabetçi Modern Tapınakta Kimlik İmha Operasyonu ve Kurumsal İnancın Doğuşu

Rekabet kavramı, işletme literatüründe sıklıkla “pazar payı için verilen mücadele” şeklinde özetlenir. Ancak bu tanım, ekonomik gerçekliği işlevsel düzlemde açıklarken; kavramsal derinliği, tarihsel evrimsel bağlamı ve kültürel karşılığını büyük ölçüde dışarıda bırakır. Zira rekabet yalnızca bir piyasa davranışı değil, modern bireyin davranışsal kodlarına işlenmiş bir yönelimdir. Firmalar arasındaki inovasyon yarışı, yalnızca ürün çeşitliliğini değil; insan emeğinin, zihinsel enerjinin ve zamanın nasıl tüketileceğini de belirleyen bir ritüeldir. Bu anlamda rekabet, bir strateji değil, bir yönetsel dünya görüşü haline gelmiştir.

Modern yönetim anlayışında rekabet, sadece ekonomik aktörlerin değil, organizasyonların da varoluşsal meşruiyetini yeniden üretme aracı haline gelmiştir. Stratejik yönetim süreçlerinde “rekabet avantajı” yaratmak, çoğu zaman sadece maliyet düşürmek ya da yeni ürün geliştirmekle sınırlı kalmaz; aynı zamanda sistemin içinde kalarak fark edilme ve “sürdürülebilir görünme” çabasıyla da ilgilidir. Bu noktada rekabet, klasik tanımının ötesinde bir işlev yüklenir: Kolektif yönelimlerin bireysel başarı simülasyonlarıyla kamufle edilmesidir. Rekabetin inovasyonla, müşteri memnuniyetiyle veya eğitimle ilişkisi bu bağlamda yeniden yorumlanmalı; sistemin iç dinamikleriyle dışa dönük meşruiyet araçları arasındaki ilişki eleştirel bir süzgeçten geçirilmelidir.
Kurumsal Yapının Ruhsal Anatomisi: Modern Liderlik ve Sessiz Gücün Dönüşüm
Modern işletme, dışarıdan bakıldığında işlevsel bir organizasyon gibi görünür: üretimden pazarlamaya, finanstan insan kaynaklarına kadar her şey tanımlı, ölçülebilir, planlanabilir. Ancak bu yapısal görüntünün altında çok daha ritmik bir tasarı yatar. İşletme dediğimiz organizma, aslında kendi iç mitolojisini, ritüellerini ve dogmalarını sessizce yeniden üreten bir kurumsal dindir adeta. Bu dinin inançlardır; yenilik, verimlilik, sürdürülebilirlik ve hep daha iyisi gibi neredeyse kimsenin sorgulamaya cesaret edemediği kavramlar. Yönetim süreçleri yalnızca teknik eylemler değil, zihinsel hizalama protokolleridir. Kimsenin yüksek sesle dillendirmediği, ama herkesin senkronize olduğu bir ilke vardır; “optimum kâr”
Bu kurumsal yapıların kurucuları yalnızca karar vericiler değil, işe anlam ve kimlik kazandıranlardır. Onların varlıkları yapının ruhuna işlemiş, organizasyon ile bütünleşmiştir. Aslında bir kurumsal şirkette lider değiştiğinde değişen şey sadece bir isim değil, sistemde değişir. Çünkü bu kişiler, organizasyonun kendi içindeki devrimlerdir. Karizma, doğuştan değil; sistemin içinde kendi karizmasını doğurmasından gelir. Çünkü gerçek bir yönetici, artık salt bir iş bilen değil; normları doğru okuyan, sistemlerden optimum derecede faydalanan, hayal eden ve o hayal için en ideali gerçekleştiren, hatta bir kültürü biçimlendiren vizyoner KİŞİLİKLERDİR. Öyle ki, bir kişi bir sürü kişiden daha fazla edecek şekilde görünmelidir. Ayni anda bir çok yerde ve en iyi haliyle olmalıdır.

Bugünün işletmecileri yalnızca işinin başında değil; tüm sosyokültürel alanlarda, bulabildiği tüm politik boşluklarda, dijital medyada ve kolektif hafızada olmalıdır. Geleneksel siyasi figürlerin yerini alan bu yeni sınıf, performansla seçilir, influence (etki) gücüyle meşruiyet kazanır. Seçimle gelen vekiller yerine görünürlükle yükselen yöneticiler vardır artık. Kimi takım elbisesi, kimi basit bir t-shirt ile ama her zaman kendilerine has bir stilde topluma kendilerini ve işletmelerinin ürünlerini kabul ettirmeye çalışırlar. Bu kişiler, devletin devletin olmadığı her alana sızmış kurumsal bir otoritedir aslında. Görünürde yalnızca “vizyoner liderlik” vaat ederken; gerçekte kararlarıyla sosyal yaşamın dokusunu şekillendirirler ve takipçilerini peşlerinden sürüklerler. O yüzden modern bir organizasyon, sadece ekonomik bir birim değil, iktidarın yeniden dağıtıldığı bir platformdur. Ekipleriyle birlikte güç boşluklarını doldurmaya çalışanlar, sadece parlementolarda değil; ekranlarda ve etkiledikleri kişilerin aksiyonlarında belirir.
Daha Fazla Çalış, Daha Fazla Tüket/n,
Modern işletmelerin söylem repertuarı, neredeyse tüm organizasyonel kararları haklı çıkarabilecek kadar geniştir. “Büyüme”, “verimlilik”, “yenilikçilik”, “değer yaratma” gibi kavramlar, içeriği çoğu zaman esnek ya da belirsiz olan ancak taşıdığı çağrışım gücüyle karar alma süreçlerini etkileyen kurumsal vaazlara dönüşür. Bu kavramlar, bir yandan organizasyonlara yön verirken, diğer yandan işletme içi eylemlerin etik veya insani sınırlarını görünmez kılar. Sürekli gelişim paradigması, neredeyse dini bir doktrin gibi kabul edilir: Mevcut durumu yeterli bulmak bir zaaftır, “daha iyisi” her zaman mümkündür. Bu, hem motive edici bir çerçeve sunar, hem de bireyleri hiç durmaksızın performans göstermeye mahkûm eden bir zihinsel yapı üretir.
“Failure is an option here. If things are not failing, you are not innovating enough.”
“Başarısızlık burada bir seçenektir. Hiçbir şey başarısız olmuyorsa yeterince yenilik yapmıyorsundur.”
Elon musk
“Your margin is my opportunity.”
“Senin kâr payın, benim fırsatım.”
Jeff Bezos“Gerçek başarı, sürekli gelişim ve büyümeden gelir. Bugünden daha iyi bir yarın yaratmak için sürekli öğrenmelisiniz.”
Tony Robbins
Ancak; bu çılgınca büyüme, hep daha iyiye ve daha rekabet edilemeyecek bir işletme olabilme süreci, inanılmaz derecede rekabetçi ve stratejik olarak belirlenmiş bir yol haritası olmakla birlikte, birçokları tarafından da oldukça eleştirilen ve uzun vadeli psikososyal bağlamda şüphe ile yaklaşılan bir mesele.
Hep “Daha Çok” diye yetiştirilmiş kişilerin, gerçekte neye ne kadar ihtiyaç duyduklarını bilmelerini ve de kar hırsıyla bürünmüş büyüme arzusunun ne kadar etkisi altığında kaldıklarını bilmeleri belirsizleşir. Kıyaslama her şeyin önüne konduğu bir düzende, bireyin sürekli yetersizlik duygusuyla motive edilmesi sistematikleşmiş bir norm halini alır. Bu nedenle bilinç sahibi bireylerin, “vizyon” ve “başarı” naralarıyla süslenmiş kurumsal retoriği sorgulaması; yalnızca analitik bir gözlem değil, aynı zamanda temel bir etik sorumluluk halini alır. Çünkü sorgulanmayan her yapı, zamanla kutsallaşır; kutsallaşan her sistem ise, eleştiriden değil, itaattan beslenir.
Kutsal Çalışma Emirleri ve Yeni Çağın Seküler Peygamberleri
Modern işletmelerin “vizyon”, “verim”, “değer” ve benzeri kavramlarla ördüğü dilsel kozalar, bugün bireyin zihinsel özgürlüğünü ve özgünlüğünü eriteren ve bireyin davranışlarını kontrol ederek organizasyonel bir araç haline dönüştüren ideolojik enstrümanlardır. Medya aracılığıyla estetikleştirilmiş, hukuki eliyle meşrulaştırılmış, ekonomik ödüllerle teşvik edilmiş bu kapitalist düzen ve onun kült liderleri; bireyi düşünen bir özne olmaktan çıkarıp, sistem için yaşayan bir kul haline getirmiştir. “Ben sizi bana kulluk edesiniz diye yarattım” diyen tanrılar yerine, “Eğer gerçekten inanır ve çalışırsan bir gün başaracaksın” diyerek, başarı için gereken bağlantıyı(linki) bio’da bırakan influencerlar takip edilir. İçerik üreticileri burada neyin nasıl yapılması gerektiğini anlatan peygamberlerdir. Aslında tarikat lideri-mürit ilişkisi sekülerleşmiştir. Devletin boşluklarını dolduran şirketlerin, organize dinlerin kullandığı köleleştirme taktiklerini kullanmaması beklenmezdi zaten.
Günümüzde insanlar çalışmakla daha fazla özgür olacaklarına iman etmişlerdir, “performans” arttıkça değerlerinin de artacaklarına inanmışlardır. Adil olmayan ama enflasyonist olan bir düzende, daha hızlısı ve daha fazlası mottosu içselleştirmiştir. Peki soruyorum, hızın ve çıktının artış yüzdesininin bile arttılmasıyla ne amaçlanmaktadır, gönüllü/ücretli köleliğin görünmez hale gelmesinden başka?
Rekabetçi çağın modern tapınağında, piramidin en üstüne çıkmak için akıl almaz (ya da aklı alan) bir mücadele verilmekte. Tüm bu süreç içinde bireyin bedeni, hareket halinde veya masa başında olması fakretmeksizin çalıştırılır ve zihni bir ekosistem tarafından kolonize edilir. Kafa ve kol ayrışması artık hem her yerdedir hem de hiçbir yerde. Çünkü; birey ne ürettiğini bilirken, neden ürettiğini sorgulamaz, hem üretici hem tüketici hem de her ikisinde daha fazlasını isteyen bir çark olmuştur. Tüm varoluşu, takvim uygulamalarıyla planlanıyor, Anahtar Performans Göstergesi (KPI) ve geri bildirimlere göre şekilleniyor. Durun! Bu artık bu bir iş değil, bu bir kimlik imha operasyonudur. Verimlilik putuna tapınmanın fırsat maliyeti, kişinin kendinden vazgeçmesidir. Ve en acısı, bu düzene karşı mücadele edemeyecek en zayıf halka, bu düzenin en güçlüleri ve de en çok içselleştirmiş olanlarıdır. Artık, yazarların kurguladığı distopyalar sadece kitaplarda değil; toplantı notlarından, reklam panolarından ve viral videolardan da görülebileceği üzere vücut bulmuştur. En iyi kötü, seni mutlu ettiğine inandırdan esarettir.
Şimdi Daha Fazla Oku
